ÜSTAD NECİP FAZIL’LA EVİNDE YAPILAN SOHBET
(Türk Edebiyatı
Dergisi – Necip Fazıl Özel Sayısı- Temmuz 1983 S. 117)
Kısakürek: Ademe mahkûm etmek, komünistlerin metodudur... Bu nizam denilen hadise o kadar muazzam bir şey ki...
Nizama bağlı olduğum kadar hiçbir şeye bağlı değilim. Goethe’nin bir sözü var, der
ki: “..... bir nizamsızlık yapmaktansa haksızlık yapmayı tercih ederim.” En büyük haksızlık,
nizamsızlık... İslâm, serâpâ nizamdır. Hakkıyla kılınan bir namazda da öyle... (A. Songar’a
hitaben) (.... Hava puslu değil mi?... Söndürdün mü doktor etrafı ne yaptın?) Bismark... hafiye romanları
okumaya bayılırmış... Bir kere televizyondan gelmişlerdi, doktorun âlâtı edevatı gibi yaydılar...
Doktor parasını iki üç yere sarfediyor...
A. Kabaklı: "Doktor mütevazi adamdır efendim... beğenirim. Efendim bir zamanlar şu A.
Hamid’e... (Süleyman Yalçın gelir...)
A. Songar: Nâzım Hikmet ne diyor: “Trum tikitak makinalaşmak...” Biz makinalaştık
efendim! (Gülüşmeler)
Kısakürek: Ama hâfızlığın kıymetini ifâde için, yine İslâm’dan
çalıyor meseleyi, “Hâfız-ı Kapital olmak istiyorum” diyor. ... Zavallı “yanık kafa”,
bir şiir nefesi olan adam...
A. Kabaklı:
Efendim, zâtıâlinizin onun beğendiniz tarafları var mı?
Kısakürek: Nâzım, şiir kumaşı olan adam... Muhtevâsı, nakışı,
estetiği olan adam değil... Ama bomboş teneke adamlar var ya, onlardan da değil...
A. Kabaklı:
Efendim, dostluk münasebetiniz oldu mu Nâzım’la... Meselâ Peyâmi ile olduğu kadar.
Kısakürek: ... Hayır (Bahriyede) benden iki, üç sınıf kadar ilerdeydi. O zaman sınıflar
arasında münasebetler de yasaktı... Mecmua çıkarırdık... O da bize karşı çıkarırdı.
Zıt kutuplardık. Düşman olduk.
A. Kabaklı:
Mücadele ideolojik miydi?
Kısakürek: Evet, ... şöyle derdi: “Sen eskinin yenisisin ve en iyisisin. Ama eskisin.”
Ama o yeni olmayı, yeninin en gerisi olmayı, eskinin en iyisi olmaya, tercih ederdi.
A. Kabaklı:
Ama bu daha sonraki düşüncesi değil mi... Bahriye’de iken...
Kısakürek: Bahriye’de çocuk şiirleri gibi şeyler yazardı. “Ben de Müridinim
İşte Mevlanâ...” diye şiirleri var. Nâzım bir satıhtır., bir profondör değildir,
bir derinlik değildir ama nakışları olan satıhtır, sanatkâr denebilir. Mayakovski’nin
mukallididir denebilir. Mayakovski büyük ıstırap çekti... Sonunda, “Ben bu Lenin’e inanmıyorum”
dedi ve intihar edip gitti. "Niçin oraya kadar takip etmedin?" dedim.
A. Kabaklı: Nâzım intihar edecek kadar cesur değildi ama buna benzer şekilde öldü o
da... Mayakovski şövalye adammış... Değil mi efendim? Bir yiğitlik var.
Kısakürek: Doktor n’oluyor yahu?... Her şeyimiz kaybolacak, bir takım gölgeler kalacak,
sesler... hece taşları... Yunus’un dediği gibi...
A. Songar: Siz o gölgelerin çok üstünde milyonların gönlünde kalacaksınız. Hepimiz
milyonda bir yer edebilsek ne mutlu, bunlar bir oyun...
Kısakürek: Evet... Hece taşları... Şiirde varılmaz derece; Yunus’tadır.
Hiç kimse ölümü onun kadar duymamıştır... Ve ölümden sığınmanın cehdini onun kadar, varılmaz
bir derinlikle ölçememiştir.
Başları ucunda
hece taşları
Ne söyler ne bir haber
verirler
Yunus der ki, gör Takdir’in
işleri
Başları ucunda
hece taşları...
......
Konuşmalı
o halde...
S. Yalçın: .... Derinliği olmayan nesiller içinde bizler bir takım imalât hatalarıyız...
A. Kabaklı: .... Efendim bizleri tanıyorsunuz. İki doktor ve benden başka, Türk Edebiyatı
Vakfı Md. Ve Yazı İşleri Müdürümüz Ahmet Bey, Edebiyat öğretmeni ve dergimiz yazarlarından Mehdi
Ergüzel, yine dergimiz yazarlarından ve Edebiyat öğretmeni Aylâ Ağabegüm, Reyhan Songar ve sonra da benim eşim...
Hepimiz saygılarımızı ve sevgilerimizi arzetmeğe geldik... Sonra da bugün lûtfedeğiniz ölçülerde
sizinle sohbete müştâkız. Maksadımızı da arzedeyim: Türk Edebiyatı dergisi zâtıâlinizle
yaptığı bu sohbeti geniş bir Necip Fazıl sayısı içerisinde sizi seven sevgili milletimize
takdim etmek arzusunda... Bendeniz daha evvel en eskiler için Yunus, Mevlânâ, Fuzulî ve İbrahim Hakkı Hz. için yaptığım
mülâkatların bir benzerini çağımızdan –ki çağımızda düşünebildiğimiz tek
insansız- sizden başlayarak geriye doğru götürmek suretiyle yeni bir döneme geçmek doğru istiyoruz. Pazar
sohbetlerinin de bugünkü görüşmemiz belki bir esasını teşkil eder; bunları arz edelim dedik. Ancak
konuşma alabildiğine serbest olacak... Takdirinize uygun olacak. Arkadaşlarımızın suallerinin
de ilâvesiyle konuşmalarımızdan bahtiyar olacağız.
Kısakürek: Çok lütûfkârsınız... Yalnız sohbetin spontane dedikleri kendi kendine olmasını,
resmîleşmemesini isterim. Bir bahis açmak... Ruznâme işi olmamalıdır. Bahsimiz umûmiyetle tek: Türkiye...
Dünü, bugünü ve yarını... Başka bahsimiz yok... N’olacak halimiz? Bunu sadece edebiyat sahasında
yapsak... Bugünün kısırlığı her şeyi ifade eder. Düne kadar inhitat halinde idik... Tanzimat’tan
bugüne doğru... İnhitatın gene kademe kademe... Sakil bir tarafı var. Bugün koma halindeyiz... Birçok
cepheden... Benim piyesler içinde bir (Ahşap Konak) vardır. Nesli tükenen konaklar mâlum... Orada üç kat vardır:
Yukarıda 75-80’likler, orta katta 40-50, daha aşağıda, en üsttekilerin torunları... Günün gençleri.
Yukarı kat, namaz katıdır. Orta kat, olgun yaştaki hanımların kumar bilmem, ne katıdır.
En alt da nebatlaşmanın katı... Bu üç kat arasındaki nesillerin kavgaları... Nihayet piyesin kahramanı
olan Recâi evi yakar, piyes öyle biter. Bu piyesi Balmumcu Garnizonunda... Süleyman götürdüydü. Ertuğrul Muhsin’e...
En sevdiğim meselelerden biridir. Şimdi o üçüncü kata bodrum katı ilâve etmek lâzım. Vaziyet bu.
A. Kabaklı: Efendim bir şiirinizde de bu muhtevayı, ana fikri dile getirmiştiniz...
Kendi sesinizden okuduğunuz bir plâktan, dinlemiştim
Kısakürek: Bugünün M. Eğitim Bakanları... Neyse eskiden Maarif Vekili, Nazırı,
okuttuğu Türkçe üzerinde bir kere umûmî mânâda entelektüel, orta münevver seviyesi olmak gerekmez mi? Mualimlerin terfiinden
bahsederken “terfisinden” diyor. Bizim Emrah böyle konuşur. Görülmemiş şey, “fariza”
ile “faraziye”yi karıştırıyorlar. “Kur’ân faraziyeler” diyor bir meb’us...
Hâle bakın. Düne kadar ahlâk dediğiniz zaman ne istediğiniz ve ne dediğiniz mâlûmdu. Ona karşı
çıkıyorlar. Lisân-ı halleriyle bunu söylüyorlar... Ben kendimi düşündüğüm zaman, mâzimî... Bir muradım
var. Allah bana bu eserî kaleme almadan...
A.Kabaklı: İnşallah efendim...
Kısakürek: (Kafa Kağıdı) diye... Gelişi, gidişi, ruhîmuamma (muğmân)
Marcel Proust’ta var. Bizde olmayan bir şey... Orada kendimi şey görüyorum. Her şeyde tekâmül olduğu
gibi,yoklukta hiçlikte mütemadî bir tekamül hâlindeyiz... Çıkıyor Anayasa Prof’u... T, ileri vekilken... Dava
açtı vekil aleyhinde, “çocuğuma din dersleri öğretiliyor” diye. Geliyor bununla radyoda röportaj
yapılıyor.
Diyor ki; Yavuz sordu:
"Bu şeriatın üstüne çıkmam için ne yapmak lâzım.” “Halife olmam lâzım” demişler.
Böyle nasıl konuşur bir adam yahu? Bugünün Avrupa’dakileri anlamış değiliz. Bir gün Avrupalılık
dâvâsını iyi anlamış bir Frenk bana, “Sen –utanıyorum söylemekten- en ileri kıvamda
bir Avrupalısın” demişti. Buyrun. O münkiri... Realite diye bir şey var... 12 cilt eser yazar, İslâm
aleyhinde Kaytona ve şu sözü söylemeden duramaz: “O ne fışkırıştır ki o, bir tane
hâini çıkmamıştır!” Bu ne kuvvettir?
Öbürü Halifeliği
şeriâtın karşısına çıkmak diye alıyor ve bunlar muâsır adamlar... Yani şey, çağdaş,
uygar bilmem ne... Avrupalılaşma dâvâsının adamları bunlar... Tanı evvelâda ondan sonra konuşalım...
A.Kabaklı: Peki, İslâm nedir efendim?.. Müslüman ve İslâm.
Kısakürek: Şu Japonları alır mısınız? Müspet ilimler tezgâhı kuruyor.
Evine potininizi çıkarmadan giremezsiniz. Dünyanın en geri, en olmaz şeyi olan alfabesini muhâfâza ediyor...
Bu ne iş? Bu misalleri görememek, anlayamamak ne iş? Döndü dolaştı bu iş şuraya geldi. Size
burkuk gelebilir sözüm. Bir şeyi tenkit hakkı o şeye mensup olanlara mahsustur. O bakımdan, Türklüğünüzle
iftihar edebilirsiniz. Ben de ederim. Bunu söylememe rağmen. Ben düşündüm taşındım. Şu işe
15 yaşında başlamışsam 60 senedir düşündüm. Irkî bakımdan bizim çok münhat bir arazi sahibi
olduğumuzu kabul ettim. Başka çâresi yok bu işi halletmenin. Müşâhede lâzım. Allah, ıstırabını
çektirmediği şeyin nimetini vermez. Hakikaten ıstırap. Bu söylediklerim, şeye kaydediliyor mu...
Video... Bu makine gide gide öyle bir yere gidecek ki, bir âleme, beşerî hiçbir cehde yer kalmayacak hiç... Benim resmim
çekilirken hazirûn görülüyor mu?
A.Songar: Hepsi görünüyor efendim... Yalnız onların zaman zaman... Şarlo’nun
filmi vardır hani vida sıkıştırır...
Kısakürek: Şarlo... Nasreddin Hocanın hemen arkasından gelir. Millî kahraman dediniz
mi işte onlar... Büyük insandı... Düşünün siz Lenin’in içindeki ukdeyi, başucu eseri olarak bir
Alman generalinin eseriyle Şarlo’yu alıyor... Bir maddeci olarak, onun en büyük düşmanı olmak lâzım
halbuki... Meselâ onun kadere ait şeyleri, korkunç... Bu sahte liderlere ait buluşu... Bir amele grevine katılır.
Giderken yolda bir otobüs, kamyonette küçük bayraklar var ya... Eline alır onu, “Haydi amele bunun arkasına...”
N’oldu, onun cenazesini çaldırdı?
Reyhan Songar: Çaldılar efendim bir daha da bulunmadı, öyle biliyorum ben...
S. Yalçın: Müsaade ederseniz... Ahmet Bey de izin verirse... Türk Edebiyatı dergisi okuyucuları,
N. Fazıl –üstâdın- özel sayısını ellerine aldıkları vakit... Bir kısmı
az bir kısmı oldukça yakından tanıyor... Ama baştan sona doğru gidişin bir kısa özeti
tarzında ve söylediğiniz “Kafa Kâğıdı”ndaki rûhî hareketlerinizin küçük bir aksi şeklinde
kendinizi ele alsanız.
..... Adadaki talebelik
devriniz var... Aileniz, anneniz... Eski Osmanlılardan gelme bir havanız var, hayatınız var. “Şâir
olacağım” diye verdiğiniz bir karar var. Sonra bir askerî mektep dışında tahsil ve Avrupa’ya
gidişiniz var... Ondan sonra maddî bakımından istikbâl vâdeden N.Fazıl, hepsini bir tarafa atıyor
ve ortaya çıkıyor; ve “bu yol çıkmaz sokak” diye haykırıyor. Bunun kısa bir açıklamasını
yaparsanız belki daha tatlı bir giriş olur.
Kısakürek: .... Uzun zaman alır... yarım kalır... bilmem, ama birkaç kelime söyleyebilirim.
Burada en mühimi, benim Efendi Hazretlerini tanıdığım zaman kadar gelen hayatımla... Ondan sonra
bir müddet daha devam etmiş fakat daha sonra beni –tabirinizle- meydan yerine sevketmiş olan o ilce (itiş)...
İş Bankasında müfettiştim. Oturuyordum odamda... Büyük bir konfor içindeydim, öyle sırmalı elbiseli
hademeler bir ayağa kalkışım var orada... Nedir bu? Bu mu gâyem? Böyle muayyen umum müdürün karşısına
bir çıkışım var. Muammer Eriş o zaman... “Bana imkân verin, yardım edin istifa edeyim”..
Ve oradan işte bildiğiniz hayata atıldık... Kısa bir zaman sonra Büyük Doğu çıktı.
Gerisi mâlûm... Hapisler... Şunlar, bunlar filânlar falanlar... Şimdi hâlâ o tehlike içindeyiz. 80 yaşının
arefesinde bu tehlikeyi yaşıyorum...
S. Yalçın: Ufak birkaç cümleyle de olsa o İş Bankasındaki düşünce, gönlünüze
vuruncaya kadar ki geçen hayatınızın kısa bir değerlendirmesini nasıl yaparsınız?
Kısakürek: Tercüme-i haller sıkıcı olur Süleymancığım. Kafa Kağıdı’nda
çalışacağız ama...
A.Kabaklı: Fenomen sayabileceğiniz şeyler. Dönüm noktaları, işâret taşları...
Onları belki.
Kısakürek: Onlar ancak masa başında düşünülebilir veya yazılabilir. Çünkü bir
yazıda kendi kendimizle imtihan hâlinde olduğumuz için, mütemadiyen beğenmeyiz, çizeriz, yazarız.
Burada... Farkında
olmadığımız şeyler oluyor hayatımızda... İçimizde bir şey pişiyor, biz farkında
olmuyoruz. Pişiyor... pişiyor... Birden küçük bir detay gibi görünen bir vesile ile patlayıveriyor... İşte
Kafa Kağıdı’nda düşündüğüm o.. Patlama anlarının mâziye doğru psikolojik pırıltıları...
İş Bankasından istifam sıralarında ben paranın değeri ölçüsünde 500 liranın üstünde
gelir sahibiydim. Bine yakın... Korkmadan üç sıfır daha koyabilirsiniz. Demek ki istifa ettiğimde, o devrin
iştirâsına ve yaşama şerâitine göre ayda 1 milyon lira (bugünün parasına göre) yı tepen bir
hararet bastı beni... Nitekim çıkar çıkmaz H. Ali Yücel Bey, vekil o zaman bana bir takım “Titr”ler
verdiler. Bir gün Akademideki odamda Burhan geldi yanıma, müdür... “Bak” dedi. “Vekaletten ne geldi,
senin için.” “Ya mektepteki dersi, ya mecmua, birinden birini tercih etmesi lâzım geldiği ihtar olunur”
Vekilin imzâsıyla... Verin bir kâğıt kalem dedim. İşte, "54 kişilik bir sınıftansa
bütün bir memleket gençliğine hitap etmeyi tercih ettiğimi bil mukabele ihtar ederim” dedim ve gittim,
bir daha uğramadım... Sonra mâlum tard edildik.
A. Taşgetiren: Affedersiniz üstadım, bir şey sorabilir miyim? Böyle bir dâvâyı üstlenmeye
karar verirken insan dâvânın sonunu, nereye varacağını düşünüyor mu? Bugünden bakılınca
o düşündüklerinizden ne kadar gerçekleşmiştir?
Kısakürek: Kahramanlık ahlâkında –biz kahraman filan değiliz ama- mücerret kahramanlığı
konuşabiliriz... Kahramanlık ahlâkında sonları hesap etmek diye bir şey yoktur. Bu Şark’ın,
Bizans ve Fars tesiri bize: “Virân olası hânede evlad ü iyâl var” tesellisini verir. Bu tamamen İslâm’a
zıttır. Hânenin virân olmasına râzı olmadan umrâna imkân yoktur. Ama tedbirde de büsbütün boşta bulunacak
değildir. Son nereye varır? En sonu, Allah’ın takdirine varır.
... Bir Hitler düşünün
siz... İmkânı mı vardı, bir takım hesaplar sahibi olsaydı, Almanya’ya hâkim olacağına...
Ama romantik millet, heyecanın milleti... Çabuk inanmanın milleti... Fransız gibi istifham işâreti vâzeden
bir millet değil nidâ işâretinden ibaret bir millet oldu... En sonunda ne oldu? Gördünüz, başka ne olabilir?
Allah bilir... Bin tane Hitler çıkabilir aksi çıkabilir... Ben bu işe giriştiğim zaman, rûhiyatını,
bütün bir tarihî hata haline gelen şeyini alıp, zemini hazırlamak onun kült denen kültürünü, irfanını
vermeyi sonra aksiyonunu düşündüm. Dâima aksiyon... Fikir-sanat-aksiyon. En sevdiğim şey o.. Ağaç mecmuasındaki...
Benim neler çektiğimi biliyorsunuz... Fakat şunu da size ilâve edeyim: Ben mâzime baktığım zaman
ürperiyorum. Nasıl yazabilmişim bunları? Bir çoğundan nasıl kurtulabilmişim? En olmayacağından
dahi nasıl gene ayakta durmuşum? Hayret ediyorum.
A. Kabaklı: Bilhassa zâtıâlinizle ilgili bir sorum var efendim. Bu “hafakan” meselesi
zâtıâlinizin daha “bunalım” kelimesi dünyaya bile gelmeden, Türkiye’de moda olmadan kullandığınız
ve yaşadığınız bu “Hafakan” meselesi ve bunun şiirlerinizdeki akisleri üzerinde
acaba?... Bunlar beyliğe benzer sualler ama siz nasıl takdir buyurursanız... Bunlar beni çok yakından
alâkadar ediyor...
Kısakürek: Estağfurullah... Çay içmeye başlayalım mı? Ne buyurdunuz? Hafakan...
Kelimeyi beğenirim. Eski tıbbî tabirlerdendir. Onu belki edebiyata, fikriyata intikal ettirmekte rolüm olabilir...
Ruhî hafakan mânâsındadır o.. Splin.
A. Songar: Anguas karşılığı mı kullanıyorsunuz?
Kısakürek: Splin... İngilizcesi... Voltaire’in (?) “Spliner İdeal”i var
ya? Splin’e çok uyuyor.
A.Songar: Almanların “anks” dedikleri sıkıntıdan farklı.
Kısakürek: Bir Paris düşünün, bir Avrupa düşünün. Bir müthiş anguas hayatı yaşanıyor
içinde, farkına varılmadan... İşte onun habercilerinden biri Bodler... Beşeri inanma sefaletini derinden
duymuş adam... İşte o dikkat ettiklerim, sevdiklerim arasında... Çok enteresan adam... Hatta onun, bir
şüphe halinde bahsediyoruz ama... İnşaallah hakikat odur. Müslüman öldüğü ihtimali var. Çünkü bu adam
öyle bir ruhi hayat yaşadı ki, şiiri en genç çağında bıraktı, çıldıracaktı...
Ve Afrika coğrafya cemiyetinin bir raportörü olarak senelerce çalıştı... Yani, Arapların içinde.
Kuru kuru raporlar gönderiyordu. “Güneş doğdu, güneş battı...” gibi. En son Marsilya’da
ölüyor. 39 yaşında... Ve ölürken şu iki kelimeyi söylüyor, “Allah Kerim” diyor. Onun için şüphe
hâlinde bile desem... O korkunç adam. Bir de –şiirle alakası yok ama- saf tefekkürde Pascal’a çok dikkat
ediyorum.
A.Kabaklı: Efendim, bu "hafakan"ın en fazla hangi şiirlerinize...
Kısakürek: Öyle bir fasıl açtım ben, hepsini de koyabilirsiniz. Ama fasıl zor oluyor.
Hepsinde her şey oluyor... Şehir diye bir fasıl var. Mücerretleştikçe mânâ değişiyor. Siz de
seviyorsunuz bu tabiri, değil mi?
A. Kabaklı: Evet, çok seviyorum, efendim.
Kısakürek: Şömineden ilk defa bir sıcaklık geldi...
A. Kabaklı: Çatırdattım ben efendim. Onun usûlünü bilirim. Ocak yakmışımdır
çocukluğumda çok... Efendim, Çile...
Kısakürek: En mühim şiirim benim odur.
A. Kabaklı: En mühim şiiriniz o, şüphesiz efendim. Tabiatıyla şerhe, anlatmaya
çalıştığımız, ama avucumuzda, boşlukta kalan, boşluk olan, noktalar vardır. Belki
zatâlinizden dinlemek bazı bölümlerini, mümkün olabilir mi, acaba?
Kısakürek: Çile’yi mi okumamı istiyorsunuz?
A.Kabaklı: Çile’yi okumanız ve belki yorulmazsanız ne demek istediğinizi yer
yer ifade buyurmanız.
Kısakürek: Çok zor şey o... Çile’yi ben (Bir Adam Yaratmak) piyesinden evvel yazdım.
A.Kabaklı: (Bir Adam Yaratmak) piyesini oynamış Ayla Hanım efendim. Onun da soracağı
sualler var.
Kısakürek: Öyle mi? Nerde oynadınız talebeliğinizde mi?
A. Ağabeğüm: Talebeliğimde, ben Elazığ Lisesi’ndeydim. Elaziz...
Kısakürek: Kaç sene oldu? Hayli var?
A. Ağabeğüm: Hayli var. 20 sene oldu.
Kısakürek: Kim oynadı? Baş rolü filan.
A. Ağabeğüm: Baş rolü, şimdi Devlet Film Arşivi Müdürüdür. Sami Şekeroğlu
Bey oynadı.
Kısakürek: Yapabildiler mi bari?
A.Ağabeğüm: Çok güzel oynadılar. Civar illerden hep tebrik geldi. Davet ettiler ve halk çok beğendi.
Eser güçlüydü şüphesiz. Halkın çok beğendiği bir eserdir ki o zaman halk, Elazığ tiyatroyu bilmiyordu,
televizyon yok. Buna rağmen çok beğenilmişti.
Kısakürek: Ahmet Bey... "Bir Adam Yaratmak" benim ruhî kaynaşmamın maketleri hâlinde...
Bütün eserlerimin sosyal sahadaki, fikri sahadaki tezâhürü (Bir Adam Yaratmak) da vardır...
O şiir Paris’te
galiba A. Dino tarafından tercüme edildi. Ve radyoda verildi. Ondan bir mısra var:
Yandı sırça
saray ilâhi yapı
... bir avizeyle sonsuz
maddede...
Komünistler, bu mısraı
yakalayarak mâletmeye çalışıyorlar şiiri kendilerine... Açıkgözlüğe bakın siz canım?
Maddeci ya bunlar... Maddeye “sonsuz” diyorsun ya... Maddenin sonsuzluğundan Allah’ın azametini
görüyorum.
A.Kabaklı: Elbette.
Kısakürek: Bir çok formüllerinde bizden diyalektik çalıyorlar.
...
A.Kabaklı: Bu "hafakan"... Ben, onun üzerinde lûtfen konuşmanızı istirham edecektim.
Bu şiirlere aksedenleri siz nasıl yaşadınız? Neler vaki oldu?.. Yaşadığınız
mı?
Kısakürek: Zannederim.
A.Kabaklı: Yaşadığınız muhakkak tabi... Tezâhürleri neler oldu... Şiirinize
akseden tarafıyla biz anlamaya çalışıyoruz.
Kısakürek: Cevabı, bir nevi bir psikolog veya psikiatr karşısında kendi kendini
tahlil eder gibi konuşmakta kabil... Umumî olarak mesele şöyle konabilir: Goethe, -takdir ettiğim zekâlardandır-
der ki, “İnsanlar hayatlarında bir kere bülûğ ıstırabı çekerler. Fakat dehânın çocukları
onu sık sık çeker. Çünkü her defâsında gençleşirler...” Goethe’nin bir ifadesidir. Dehânın
çocuğu olmak, ona özenmek, hatırımızda geçmez. Şu var ki, “cins kafa” muhakkak kurcalayacaktır.
Mücerretlerden mücerrede geçecektir.
Ulâya doğru gidecektir.
Bu gidiş arasında, kafanın hudutlu olması, müthiş bir ıstıraptır... Ve bu cins kafanın
bir nevi kaderidir. Demin size söyledim, at üstünde giden adam ufka doğru bakıp ufka doğru düşme vehmine
giriftâr oluyor. Bu ne demek? Bunu kime anlatsanız anlamaz... Öyle anlarım vardır ki benim birkaç tablo istiyorsanız
eğer, söyleyeyim... Mesela İş Bankası’nın Edirne Şubesi’ni ben tesis ettim. Ben
memur edildim. Dayım da orda polis müdürüydü. Dayımda yatıyordum. Öyle bir ıstırap içindeydim ki
sanki gözümü, kulağımı, burnumu takma diş gibi çıkarıp konsolun yanına koyuyormuş
ve öyle buluyormuşum gibi, sabahleyin kalkınca gözümü takmak filan... Normal görünmek gibi... Hiçbir ser-rişte
vermemek hâlimden... Bu hal nedir? Şudur. Ayağımı atarken bastığım yerdeki toprak çökecekmiş
gibi geliyordu. Buna öyle inanıyordum ki ayak atma imkânı yok. Ama hiçbir zaman inanmadım. Çünkü burda, cinnetle
şahsiyet arasında çok ince bir çizgi var. Kendisini frene edebilendir... O zaman hepsi dehâ olur, kıymet olur.
Onun tam mahkûmu oldunuz mu olmaz. Bütün bunun hâkimi olacaksınız. Nitekim bu bahis tasavvufta çok mühimdir. Hatarat
bahsidir, bu imân vesvesesi, küfür vesvesesi halinde gelir adama. Bir gün Resûlullaha şikâyet ediyor sahâbiler, çektikleri
hatarattan... Tebessüm buyuruyorlar ve diyorlar ki (Arapçasıyla) aynen söylüyorum: “İmânın kemâlinden
olur”. Arz edebildim mi? Böyle... İ. Gazalî... Bir eser daha yazmak isterim. Allah izin verirse, (Büyük Mustaripler)
diye... (Tarih Boyunca Büyük Mazlumlar), yazdık amam bunu yazmadık. Bu Büyük Mustariplerin Şarktan ve Garbtan
olması lâzım gelir. Şark’ta en büyük mümessili İmam-ı Gazalî’dir. Şimdi garibinize
gidecek bir şey söyleyeyim size... Bir gün Efendi Hazretlerine sordum, “İmam-ı Gazalî’nin buhranı
mı büyüktü, benim ki mi?” dedim. Ne dese beğenirsiniz? “Seninki” dedi. Onunla her konuşman,
virgülüne kadar hatırımdadır. Meselâ, “Diz çök ey zorlu nefs, önümde diz çök” var ya bu daha evvel
“Diz çök ey zorlu kader önümde diz çök” idi... Şiiri okuduğum zaman kendisi dikkatle dinledi ve sükût
etti. Ne tasvip ne şey... Ondan ben ürperdim... Ve hemen Şeriataen küçük mikyasta bir zıtlık ifâde eden
bir nokta var mı diye baktım, bunu buldum. “Kader” diz çökmez, onu “nefs” yaptım.
A.Kabaklı: Niçin efendim, İmam-ı Gazalî ki mi, sizin ki mi? Cevabı verdi mi, efendiniz?
Kısakürek:
Ben, niçinini sormadım. Meselenin fizik tarafını söyleyeyim. Bir lokma ekmek yesem, bir bardak su içsem onu
temsil edemiyorum. Temessülüm gitmişti. Yuvarlanıyordum yerde. Sonra, Allah’ın lûtfuyle kurtuluşunu
şöyle buluyorum. Gördüm ki bu akıl, çıkmaz sokaktır. Müşkâk-ı Nebevîye, Peygamber kokusuna,
ruh feyzine yapışmadan olmaz bu iş... Böyle yaptım. Çünkü zâhiri ilimde çok üstündü mevkii... En büyük
eserleri ondan sonradır. (Gazalî’nin)
Bana uzun zaman "sâbık
şâir” dediler. Bu kelimeyi çıkaran Fikret Adil’dir. Ölmeden, kısa bir zaman önce evine gittikti...
Ona “Perdeler” isimli şiirimi okumuştum, yeni yazmıştım. Bir iki senelik mesele... Başladı
ağlamaya, “Ben sana SÂBIK şair diyordum. Meğerse LÂYIK şâirmişsin” dedi. Sonra hastalığı
için ne güzel teselli bulmuştu. O parkinson hastalığı mı ne? “Bu çektirir ama öldürmez diyorlar”
dedi. Gitti ameliyat oldu, öldü... İşte benim de buna benzer böyle krizlik şeylerim var... Meselâ böyle bir
anda tutun siz 70 kilodan 59 kiloya, 58 e inin, size o devri anlatıyorum. Bir yalıda oturuyorduk, Beylerbeyi’nde,
yalının bahçesinde yürüyorum. Bir Kur’ân-ı Kerîm sesi geldi. Bir ayeti okuyor. Onu duyar duymaz kendime
geldim. Demek dedim, tâkat veriyorsun ki, bu yükü de yüklüyorsun. Bütün mesele muvâzeneyi teminde... Bir şeyin, sizi
ya tersinden ya yüzünden inanmaya sevk eden “hatar”ın yükünü çekebilmek lâzım... Ayhan Bey, doğru
buluyor musunuz?
A. Songar: Doğru buluyorum efendim?
Kısakürek: Telefonla söylüyorum... Efendiyi öpüyorum rüyamda, burasında da bir “ben”
var. Beni görüyorum ve öpüyorum. Bütün bir hayatta ben, o ben’i görmedim. Bilmiyorum ben olduğunu. Bu da rüyanın
sıhhatine ayrı bir delil... “Tebrik ediyorum” dedi. Doğrudan doğruya seni “Ehl-i Beyt...”
kabul ediyorum dedi. Ehl-î Beyt, yani "Nebî ehlil"in en yakını...
A. Kabaklı: Efendim, daha biraz açık konuşmama müsaade buyurur musunuz?
Kısakürek: Estağfurullah.
İstirham ederim.
A. Kabaklı: Gerçi siz bunları bütün açıklığıyla yazdınız. Bâbıâli’niz
bana Russo’nun İtirafları gibi bütün açıklığıyla ortada bir hadise göründü. Ama siz tabiatıyla
N. Fazıl’sınız. İtiraflarınız elbette ki aynı edep içinde yaşadığınız
hayatı, edebini aksettiriyor. O ayrı bir mesele. Yalnız ben açıklığı itibariyle arzediyorum.
Şimdi siz bir şâir, uçarı şâir biraz başlangıcında... Memleketin gözünde şâir, ders
kitaplarına giren şâir... Efendim, yani resmî dünyayı yadırgatmayan şâir olarak... Nasıl oldu
da Efendiniz gibi sizi ömür boyunca kuvvetine, manevî pençesine alan bir insanla tanıştınız ve ona nasıl
mağlûb oldunuz? Mağlûb olmak değil, nasıl teslim oldunuz? Tabiri mâzur görün. Nasıl... Ve nasıl
bunu hâlâ yaşatmak... Yani bu nasıl değişiklik, bu nasıl büyük değişiklik... Bu nasıl
bir şahsiyetti ki, tanıdığımız N. Fazıl olarak...
Kısakürek: Teşekkürüm ederim... Şimdi bu suallerin bence en enteresanı. Bir çoklarında
bir ukde olmuştur. Ben ömrüm boyunca, hâlâda ufak tesirlerden âzâde kalmış olabilen bir insan... Şimdi
Efendim Hazretlerine intisabım, bağlanışım ve bu bağlanış daima idealize ederek gidişim...
Bu güzel sual... Çünkü ben nicelerini gördüm o ana kadar, sahtelerini...
Şimdi ben Efendi’yi
gördüğüm zaman... Tam mîzanını yapacağım ve bunun not edildiğine çok memnunum. Gördüğüm
zaman, Fransızların “Et le Miracle ca complire...” (... ve işte mucize meydana geldi) dedikleri
hâl oldu, infilak... Ufukta gibi bir tesiri altında kaldım. Ve mütemadiyen kendimi muayene ettim... Oraya A. Dino
ile birlikte gittik. Abidin: “Ya bizden şüphe ederse?” dedi.
Polis molis her şey
olabiliriz... Ona dedim ki, “Biz Mürşid’i arıyoruz. Eğer oysa şüphe etmeyecektir. Ciğerimizi
okuyacaktır. Değilse zaten bu budur... Neticesi yok zaten” ve gittik.
Sanıyorum ki, öğle
yemeğinden biraz sonra, ikindiye yakındı... Döndüğümüz zaman, çoktan akşam olmuştu... Haliç’i
gören Gümüşsuyu denen bir tepe var orada, eskiden kalma bir Dergâh vardı, orda oturuyordu... Nasıl zaman geçti.
Akşam nasıl böyle halı gibi yayılıp da ortalık kapkaranlık oldu, farkında değilim.
Vapurda, dönerken Abidin’e dedim ki –daha henüz alev almamıştım-, “besbelli bu insan tekdir,
bir madenin üstünde oturuyor ve gizliyor madenini”... Ve insan bir incizab altında kalıyor... Ama ben bu tarafta
bu ahmakça sözü de söyledim... Şimdi gider gitmez oraya, zaten bir müminin rûhun harikalarına inanmış
bir adam olarak beni dinliyorsunuz. Öyle konuşmaya çalışıyorum. Beklendiğime kani idim, saatına
kadar... İlk sözlerinden biri şu oldu, “Lezzeti çatal bıçakla bulabilir misin? (Gıda maddesinde...)
Arayabilir misin?”
Ondan sonra yavaş
yavaş dikkat etmeye başladım ki, bu adamda (nebatîve- hayvanî hayatımız var ya) yeriz, içeriz, bir
an gelir gaflete geliriz... Başımızı kaşırız... Eh.. Deriz, olur deriz... Hiç böyle bir
şey görmedim. Kerâmet de beklemedim. İstemedim. Muhtaç da olmadım. Çünkü o oturuşu, o edep, o hâl, o her
an huzur da da... Lütfen sizin huzurunuzda... Bu mânâyı öyle yaşadım, öyle duydum, öyle içtim ki, bana işte
(Et Pemiraca Complire) düşürüldü... Bir tek toz parçası görmedim sırtında... Bir kere esnediğini,
öksürdüğünü, bunlar mâzeretlerdir, yapılacaktır tabî...
Helâya çıkmayacak
mıdır? Böyle bir edebin içinde bu kadar... Anlatılmaz bir şey... Şiir idrakı lâzım bunu
anlamak için. Bu da sizde var. İşte bu sebep... Gittikçe tahkim ettim... Gittikçe tahkim ettim... Bir gün huzurunda
yemek yendi, yukarı çıktık. Karşımda bir hasır iskemlede oturuyor. Hep orda otururdu zaten.
Bir sükût anı oldu. Diğer müritler de isterlerdi, ben geleyim, onlar da... Çünkü ben konuşturuyordum Efendi
Hazretlerini... Onlardan da epey vardı etrafımızda. İçimden bir his geçti. “Biz ne alçak adamlarız.
Her an böyle geliyoruz, huzurunda yıkanıyoruz, nur banyosu yapıyoruz. Çıkar çıkmaz kapıdan gene
aynı kapkara adamız. Bir tasarruf lâzım bize... Biz yapamayız, biz yürüyemeyiz. (Tasarruf bayılırım
bu kelimeye. Bu da Arapçanın en güzel kelimelerinden birisidir. Tasarruf. İktisat diye alırız kâh... Değil
o, hâkim olmak, yakalamaktır). Bizi yakalasın ve yerinde oturtsun... Ben böyle düşünürken –ki dâima beni,
tesir altında kalmaya en müsait olduğumu hesabederek dinleyin- bir hal geldi bana “...Aa... N’oluyorum?”
dedim ben kendi kendime... Bir acı, kalbimde. Anlatılmaz bir acı hissediyorum... Bağıracağım...
Ve bu arada bir lezzet... Dayanılmaz bir lezzet... Acıyla lezzet bir arada... Bir de başımı kaldırıyorum,
bakıyorum ki; Efendi Hazretleri iki mübârek gözünü dikmiş bana bakıyor. Hemen teslim oldum orda. Kalbim –ki
bir lastik çelik gibi çekiliyordu- yerine geldi o anda... Ve şu mânâyı çıkardım: Sen mi tasarruf bekliyorsun?
Acaba ona henüz dayanabilecek vaziyette misin? Bu bir... İkincisi bana hatarattan bahsediliyor ve müritler etrafında
dolu. Böyle velâyet rütbesinde hiç şüphesiz bir şey vardı yakınlarda. Muhibbullah. Hacc’a felan
beraber gitmiştik –neyse- yanında o oturuyor veya Abidin Bey diye biri... Bir kitap istedi nediminden. Şâkir
Bey’di. “Burdan oku” dedi. Başladım okumaya. Gayet fasih, sarih, âhenkli okumaya gayret ediyorum.
Hatarat bastığı zaman adamı... Bir şeyler söylüyor... Tedbir... Lâfza-ı Celâli diyor. Allah
lâfzını... Kalbinden kafasının üstüne doğru çeker: Allah... Medd ile çeker... “Çek” dedi
bana. Hemen “Allah” çektim. O sırada yanımdaki adam –Şimdi beni doktor sıfatıyla
dinlesin doktorlar - birdenbire sıkılmış bir çamaşır gibi tek damla suyu kalmadı... Burkuluverdi.
Aa! Hiç kimsede bir telâş yok, ama benden başka... Yani ağızdan bir köpük geldi, gözleri kaydı, orada
bir tıbbî müdahale lâzım gelseydi hiç değilse bir iki saat sürmesi gerekirdi. Anlıyor musunuz?... O halde
bunun taklidi maklidi yok. Görmek lâzım. Ne kadar söylesem, yaşanamaz... Şöyle döndü ismini söyle dedi. “Muhib!”
dedi meselâ “Rak” oturdu yerinde adam. Dehşetler içinde kaldım... “Beyefendiyi sen indirirsin”
dedi. Bu da kalpten kalbe intikallerdir ki, bu, rûhiyatta da tedailer halinde falan vardır... En basiti bile velinin,
kalbinizi okur... Evet...
Onda; harikanın
nasıl teşekkül ettiğini ve ne kadar benlikten kaçtığını “Terki Terk” dedikleri
makam... Her şeyi bıraktıktan sonra tekrar dünyaya avdet... Her an bir büyük huzurda olmanın kal’asının
burcunda sancağı sallanıyordu! Sizinleyken sizinle değildir.... Ama sizinledir... Bu irşad kutupluğu
makamıdır.
Şimdi düşünüyorum.
Nasibim nasıl takdir edilmişse edilmiş... O, esrâr-ı ilâhiyedir... O ayrı... Kendisini tanımaktan
büyük bahtiyarlık olur mu benim için? Çünkü ben O’nun dergâhının kapısının önünden geçip
de, Efendi’nin yüzünü görmüş olan bir basit kedinin, köpeğin bile kendi hayvanî mertebesi içinde bir hisse
aldığına kaniim... Bu budur. Zannederim bu izahat, sûâlinize cevap teşkil etti?...
A. Kabaklı: Etti efendim, eksik olmayın.
Kısakürek: Yani... Alelâdeliklerden, filanlardan, taklitlerden, şunlardan bunlardan hiçbir zaman
doymadım. Hemen keşfettim, hemen yaldızı döküldü... İhlâs, samimiyet, gayrî kabil-i taklittir. Bir
hali vardır ki adamın, bellidir. Taklidi kabil olmayan bir yere gelir iş... Bir gün, bir uzvun kesilmesi yahut
hayatın tehdidi şekliyle... “Kelime-i küfür”den bahsediliyordu. Bunu söylemeye mecbur olursa adam, ne
olur? “Eğer böyle bir ciddî tehlike varsa, kelime-i küfri lisânen söyleyin, kalben mümin kalmaya ruhsat-ı
şer’iyye vardır... Ruhsat... İzin vardır. Amam söylemeyen şehid olur” deyince, bendeki
şeye bakın ki, edepsizlik derecesine varıyor şımarıklığım, dönüp: “Efendim
böyle bir halde ben ne olurum?” dedim. Böyle, Eflatun, Sokrat’ı tarif ederken “Arslan gibi başını
çevirdi” der. Öyle bir arslan gibi çevirdi başını bana: “Sen şehid olursun” dedi...
Bu lûtfu da bana ihsan
etti. Nitekim demin, B. Toprak burda mıydınız demin?... Süleyman burdaydı... Onunla gittiğimiz zaman,
B. Toprak’a, “Sende anlıyorsun ki, nasibin yokmuş!” dedi. Doğrudan doğruya yüzüne...
Valla... Allah’ın Rızası yolunda gidelim de kalabalık içinde gidelim ziyanı yok... Öncüsü,
artçısı yok bu işin... Bir gün İmâm-ı Rabbânî Hazretleri okunuyor huzurlarında... Herkes gûyâ
dinliyor. Döndü dedi ki: “Ah, biz de gûyâ İmâm-ı Rabbânî’yi okuyoruz, değil mi?..." "Ne kadar gaflet
halî!"
S. Yalçın: O bahs buyurduğunuz görünüşünden. Oturuşundan, konuşuşunda, o
edep hali çok müstesna...
Kısakürek: Müthiş bir şey efendim! Müthiş... Bazı teferruat vardır ki, bu
sinema rejisörlerine kadar bilinir. Bütünü gösterir. Hz. Ali’nin meşhur sözüdür: “Parça, bütünün habercisidir”
Şimdi sadece el düşer böyle... Yüzünü göstermeye lüzum yok, anlarsınız... Süleyman’ın bahsettiği
parça, bütünün habercisi, işâretçisi olarak çok kişi tarafından sahtekârca istismar edilir... İstismar
şu: İhmâl edilir. Halbuki ihlâs ile hakikati yaşayanda bu ihmâl kabul etmez... Bana böyle, en büyük hârikanın
ne olduğunu gösterdi O...
"Kaba softa, ham yobaz!".
Bu iki tâbir, doğrudan doğruya Efendi Hazretlerinindir.
Bizde softa, yobaz,
kuru bilmem ne diye ifâde edebilirdik. O ayrı. Fakat formül halinde O’nundur.
A Kabaklı: Efendim, müsaade buyurulur mu? Sizi çok yorduk.
Kısakürek: Beni hiç yormadınız, ihyâ ettiniz, lûtfettiniz.
A. Kabaklı: Lûtuf bulan biziz efendim. Sofranıza da teşekkürlerimizi arzederiz. Her zaman
olduğu gibi bereketli ve nefis.
Kısakürek: Âfiyet olsun, zevk verdiniz bana.
A.Kabaklı: Efendim, Ahmet Bey kardeşim, zâtıâlinize birkaç suâl hazırlamış,
bunlar da sizi yoracak şekilde değil. Uygun görürseniz.
Kısakürek: Tabi tabiî.
A.Taşgetiren: Üstadım, benim şöyle bir suâlim olacak. Batı’da da konuşuluyor,
“Yeni Asır, İslâm Asrı olacaktır.” tarzında düşünceler var. Siz ruh muhtevası
yönünden İslâm ülkelerini böyle bir hazırlık içinde görüyor musunuz?
Kısakürek: Hah, enteresan. Cevap: Bu Ramazan’da, bilmiyorum, Allah tâkat verecek mi bana Tercüman
için... Orada bir yazı hazırladım. Takat verecek mi bir...
A.Kabaklı: İnşaallah, efendim.
Kısakürek:
Orada, "İSTİKBAL İSLÂM’INDIR” DİYE GÜVENDİĞİM BİR GENCE ETÜD YAPTIRDIM.
GÜZEL OLDU ETÜDÜ... Bu Dr. Kusto’yu alıyorum ele. O İslâm’a giriyor, biliyorsunuz. Bir “mucize-i
Kur’ân’iye”yi görüyor. Bir de profesör var. Birbirinden intikaldir bunlar... Onun da bir kitabı var.
Enteresan bir zat, tercüme etmiş biri bunu... Uyudu kaldı. 8 sütunla verilecek bir hâdisedir. Toynbee, aynen kelimesini
kullanarak, “İstikbal İslâm’ındır. Tecrübe etmediğimiz bir o kalmıştır”
der.
Bu, siyasî aksiyon şeklinde
belli olmaz. Tıpkı şöminenin yanması için şu ateşi elde edinceye kadar ne kadar zahmet çektik
bugün...
... Hele temel... büyük...
fikrî sahada olur hidâyetler çoğalır., şu olur, bu olur... Yarı aksiyoncu bir adam harekete geçer: Yok
kulüpler, dernekler filan... böyle yürür... Bir an gelir iş büyük aksiyona dönebilir. Bu mânâda Avrupa’da bir bâtınî
hazırlanış olduğuna kaniim... Farkında olduğumuz, olmadığımız. Bâtınî,
iç... hazırlanış olduğuna kaniim. Bu arada biz her zaman olduğu gibi İslâm’ın hakikatının
üstüne küf üstüne küf buluyoruz. Ve gazeteler yapamıyor... İçimizde kurtulmuş değiliz ki, başkalarını
kurtarmaya ehil olalım... Başkası var mı?
A.Taşgetiren: Aslında geniş belki... Konuşmanızı gerektirir, üstâdım.
Benim merak ettiğim bir başka mevzû şu idi. Türkiye’de İslâmî mânâda bu davâyı üstlenmek üzere
ortaya çıkmış pek çok kadrolanma teşebbüsleri olmuş. Hepsi ilk kıvılcımı mutlaka
Büyük Doğu’dan almıştır.
Kısakürek: Sözünü keseyim. Benim bu soruya cevabım çok kısadır. Biz Allah kelimesini
söylemenin yasak olduğu devrin insanıyız. O zaman buz gibiydi ortalık, yâni hiç bahsedilemezdi. Ne müsbeti,
ne menfisi vardı ortada. İşte biz hohlaya hohlaya biraz fikrî değişiklik elde eder olduk. Şimdi
de çamurdan geç geçebilirsen!... Cevâbınızı aldınız zannederim... Bu muydu muradınız?
A.Kabaklı: Efendim çok teşekkür ederiz. Biz müsaadenizi alalım. Saat 6 oldu. Yine rahatsız
edeceğiz efendim.
Kısakürek: Buyurun... Rahatsızlık değil rahatsızlık halime müdahale etmiş
olacaksınız.
Erenköy, 5 Şubat,
Cumartesi